29/05/2017

Suda yürüdüm, şahitlerim var. Zaten onlarla beraber yürüdük.

Hayıtbükü’nden ayrılırken Köyceğiz Döğüşbelen Köyü’ne direkt geçeceğimi düşünmüştüm.
2 saate gelirim diye evden çıkışımın, 4 günlük yolculuğa dönüşmesi hikayelerimi de Datça yazılarımda anlatmıştım.
Yolda olmanın hazzına karşı koyamadığım için bu durumdan şikayetçi olduğum söylenemezdi elbette, ama tek planı plansızlık olan ben; yolumu biraz daha uzatacağıma şaşırmış mıydım? Hayır.

Döğüşbelen rotası için 2 saat diyor. Ben 1 saat sonra sağımdaki tabeladan içeri girdim. Bunun sebebi de nerde olduğunu bildiğim ama daha önce hiç görmediğim ve fotoğraflarından etkilendiğim bir yerdi. Hazır yakınımdaydı işte şu an.

Selimiye – Orhaniye sapağından içeri

Marmaris’e yaklaşık 30 km kala Selimiye- Orhaniye sapağından girdim. Denizi sağımda bırakan virajlı ve stabilize yollarda ilerledim. Bu yol ağaçlarla çevrili ve bu sebeple de ara ara serinleyen güzel bir yol. Kaskımın vizörünü açınca solumdaki ormanlardan gelen temiz kokuyu daha iyi alıyordum.

Orhaniye, Marmaris’e bağlı eski bir Rum Köyü. Eskilere ve köylere merakım bilinir ancak benim asıl görülecekler listesinde tik atmak istediğim yer Kızkumu’ydu.


Kızkumu ve oluşumu

Masmavi çarşaf gibi bir denizin ortasında kızıl uzun bir şeritle neredeyse ikiye ayrılır gibi duran koya vardığımda Kızkumu’na vardığımı farkettim. Burayı suya düşen gölgeleriyle koyu çam ormanları çevreliyor. Motoru park etmeden ilerideki marketten bir deniz şortu aldım. Öyle ya üzerinde de yürüyecek olsam denize girecektim.

Yamacına inmeden yukardan baktığımda; minicik görünen insanlar ağızdan ağıza yiyecek taşıyan karıncalar gibi, sıklıkları azalarak ilerleyen bir seriyle karşı kıyıya kadar varıyorlardı. O şeridin biraz daha ilerisinde de bağlı tekneler. Yani bir yerde bileğe gelen su, metre mesafesinde bir kaç boy ediyordu.

Sırt çantam, pantolonum, kaskım.. Güvenli bırakmam gereken onca şey var. Hava aşırı sıcak. Çantasız motosikletle seyahatin en zor tarafı. Her şey elinize kolunuza kalıyor.

Denize girmeden kenarda bal, sabun gibi yöresel ürünler satan bir kaç tezgah, bir de kendisinin yaptığı bileklikleri satan Ecem’in olduğu bir tezgah vardı. Adı Ecem’miş. Sonradan öğrendim. Eşyalarımı ona emanet edip, kabinde shortumu giyip girdim suya.

Koyun ortasında üzerinde kale kalıntıları olan bir adacık var. Bu adanın Baybassos antik kentinden kaldığı düşünülüyor. Buraya kayık tutarak çıkıp Kızkumu’na ve nefis doğasına tepeden bakılabiliyor.

Kıyıda çeşitli su aktiviteleri için kiralama yapan ve jeep ile civar yerlere tur düzenleyen firmalar da var.

Kum tepeciğinin üzerinde bir yukarı bir aşağı yürüdüm ve tekrar, doğanın yaptığı şovlardan birinin daha tadına bakmanın keyfiyle kıyıya geri döndüm.

Bu yaklaşık 600 metrelik kızıl şerit gibi uzanan tepecik, kumul hareketler sonucu kumların koyu ikiye bölmesiyle oluşmuş.

Böyle deyince çok heyecanlı gelmedi mi? Bir efsaneyi paylaşayım öyleyse:

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde iken, Bybassos Kralı’nın kızıyla bir balıkçı birbirlerine aşık olmuşlar. (Bybassos Antik Kenti Kızkumu’na 10 dk uzaklıkta bugünkü Hisarönü’dür. Rhianna’nın adası değil yani, o Barbados, Karayipler’de.)
Aile büyüklerine göre iki ayrı dünya insanları olan, oysa kalbi birbiri için yanan bu aşıklar, geceleri gizli gizli buluşmaya başlamışlar. Duruma uyanan kral, kızını takip ettirmiş. Ve Kral’a haber gitmiş; “balıkçı denizden geliyor, kız kıyıda bekliyor ve ışıkla yerini işaret ediyor..“ Sonrası da sabahlar olmasın..

Kral bir gece askerlerine ışıkla balıkçıyı kendilerine çekmelerini emrediyor. Işığı gören delikanlı durumdan habersiz askerlere doğru çekmeye başlıyor kürekleri. Bu sırada kız askerlerin elinden kurtulup koşmaya başlıyor sevdiği adama doğru. İşte mucize de tam o sırada geliyor!
Kızın ayak bastığı her yer kumsala dönüşürken, peşinden koşan askerler de suya gömülür. Genç aşıklar kavuşur, lakin delikanlıyı hedefleyen bir ok, genç kıza isabet eder. Ve o kumlar, kızın kanı denize karışınca kızıla boyanır.
Genç, sevdiği kızı alıp ortalıktan kaybolur. Bir daha bu iki sevgiliyi ne gören ne de duyan olur.

Bir de sevgilisine kavuşmak için eteğine kumlar dolduran kızın, kumlar bitince, kavuşamadan oracıkta boğulup öldüğünü anlatan benzer bir efsanesi daha vardır. Ah cefakar kadınlar!

Her türlüsü de üzücü. Ama kavuşulmuş aşklar da efsanelere konu olmuyor zaten.

İlham veren kadınlar

Eşyalarımı almak için Ecem’in yanına gittim. Ecem, küçük narin yüzlü zümrüt gözlü bir kadın. Mahçup gözlerinde bir derinlik var. Sohbete başlıyoruz. Ona seyahatlerimi fotoğrafladığımı ve kendisinin de fotoğrafını çekmek istediğimi söylediğimde yüzünü saklamak ister gibi hafifçe yere indiriyor. Çok güzel gözleri ve gülüşü olduğunu söyleyerek biraz daha rahatlamasını sağlayıp kendisinden bir hatıra almam 4. fotoğrafı buldu.

Yalnız seyahat ettiğimi duyunca hoşuna gidiyor.

Ecem Kızkumu’nun sahilinde kendi yaptığı bileklikleri satıyor. 1 senedir burda yaşıyor. Ama hikayesi Doğubayazıt’ta başlıyor. Buraya Doğubayazıt’tan otostop çekerek gelmiş. Okul yıllarında bir grubu varmış, müzik yapıp para kazanmaya çalışıyorlarmış. O da darbuka ve djembe çalıp şarkı söylüyormuş. Sonra gruptan ayrılmış ama bu serüven başladığında ve onlardan ayrıldıktan sonra da devam ettiği yolculuklarında 50 civarı şehir görmüş Türkiye’de. Otostopla!
Başına bir sürü taciz olayı gelmiş neyse ki üstesinden de gelmiş. Yolda olmaktan korkmuyor.
Şimdi daha yerleşik bir hayatı var.

Bugün bu yazıyı yazarken, bana hediye ettiği bileklik hala kolumda.

“Yerliler nereye derse rotamı genelde öyle çiziyorum“ deyince, “Aa o zaman..“ diye başlayacak gibi oluyor. Ecem’e “Aman“ dememe kalmadan o bir öneri sunmuştu bile.

“O zaman 10 dk ileride Turgut Şelalesi var. Buraya kadar geldiysen onu görmeden gitmemelisin.“