Bazen gerçek olmadığını bildiğimiz şeylere, o sırada iyi geldiği için inanmaya devam ederiz.

Geçen hafta başında yürekleri yakan o video ile karşılaştı Türkiye. Biz sıcak evlerimizde otururken o anlar içimize ince ince işledi. 

Hayat bu kadar acımasız mıydı gerçekten?

Zordu.. 

İnsan, çaresizliğe derman olmak isteyip de elinden bir şey gelmeyince bu eli kolu bağlı olma durumu kocaman bir sıkıntıya dönüşüyor. 

2020’nin başlar başlamaz getirdiği felaketler henüz dinmemişken bir de şimdi bu fazla değil miydi..?

Alien annesi gibi ağlıyordu kızcağız, ha doğurdu ha doğuracak. Ülkece nefesler tutulmuştu, tek yürek olmuştuk.

“Beni önce buraya getirseydiniz, 1 gün böyle deneme yapsaydım yemin ederim gelmezdim yaaahhuow“ diye pöykürüyor, “üstelik coconut ishal yapıyor, su da mide bulandırıyor“ diyordu.

Ve devam ediyordu; “mesele parkuru yapmakta değil, mesele parkura gelmekte.. Allahını seven üzerime çay kahve bir şey atsın, lütfeeeen annem de bunları duymasın“ diye, ülkede savaş bile çıksa yine de en çok izlenecek kanalda.  

Medyanın penguenlerden günümüze tekelleştirilmesi bir yana; bu video, sosyal-yazılı-görsel fark etmeksizin bu iletişim ağlarından herhangi birini kullananların kaçırmasına mümkün olmayacak şekilde bir yerden dikkatimizi yakaladı.

Yarışmacıların kollarını bağlayarak, özgüvenlerinin 2 katı laflarla meydan okuduğu tanıtım videoları henüz yayınlanmıştı ki, ıssız adaya düştüklerinin(!) 2. gününde bir kızımızın hali nice oldu.

Ee demek ki neymiş; öyle iki insan boyu laf etmekle olmuyormuş; tutamayacağın sözler vermemek, yiyemeyeceğin lokmalar yememek gerekiyormuş. 

Belki Gönüllüler Adası’nda değil ama dünyada, “ulan bu hayata gelmeden, bir günlük deneme falan yaptırsaydınız, valla gelmezdim“ diyen kaç kişi vardır kim bilir. 

Lakin işin aslı öyle değildir.

Parkur dediğin nedir ki; tamamlanır, tam da bütün mesele parkura gelene kadar düşüp kalkarak geçirdiğin zamandır. 

Bunu nereye mi bağlayacağım.. Şöyle ki…

E bana var dendi..?!*

Farkındalık, aydınlanma, nefes terapileri, organik yiyelim, toprağa sıçalım, şimdi bizi taşıyan bedenimize şükredelim falan.

Artık evde, arabada, sporda, her koşulda konuştuğumuz konu başlıkları  bunlar. He bir de şey var; “Dünya olarak şu an bir aydınlanma içindeyiz.“

Tamam bunlar nefis şeyler; yanlış anlaşılmasın, benim de bu konulara ilgimin hatırı sayılır. Herkesin kendine göre bir ışığı var tabii.

Fakat biz bu kavramlarla düşüneduralım, öte yandan çağımızın en büyük rahatsızlığı da, ironik ama; “farkındasızlık“.

Farkındasızlık, en basit haliyle  “düşünce kurgulamamak“tır. 
Şu an noncognitivizm ve bilimsel bilinçsizlik gibi üstüme vazife olmayan konulara girmeyeceğim.

Geçen gün yakın bir arkadaşım(!) beni aradı. Bir süredir birlikte olduğu biri vardı, her şey trilay triloy tatlı tatlı gidiyorlardı. Ta ki arkadaşım adamın alakasız bir konuyla ilgili üzüldüğünde, onun yanında olduğunu hissettirmek için ona, iyi niyetiyle onu sevdiğini söyleyene kadar.

Sonra, bir gün yüzü göremedi bunlar, manasız tartışmalara anlaşmazlıklara falan düştüler, 1 hafta 2 hafta derken, adam ağzındaki baklayı çıkardı.

“Yalnız ben buna hazır değilim“  temalı bir şeyler söyledi.

Herhalde sevgiden terk edilen ilk insan olsa gerek kadın..

MÖ 400’lerde “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir“  diyen Heraklitos’a selam olsun; kadın erkek ilişkilerinin son yıllarda mega değiştiği aşikar. 20’li yaşlarda “orda kızlar teklif ediyormuş bro yaa“lar, 30’larda “ yaaeni aslında ben ciddi bir ilişki istemiyorum“a, 40 ve üstünün de muhtelif yerlerde “Avcılar Belediyesi“  gibi hayatlarını idame ettirmesiyle, bu işler evrildi.

Şu an hiç Türkçe dersi veresim yok ama, içinde -İŞ (ve çekimleri) olan her şey karşılıklıdır. KonUŞmak, iletİŞim, öpÜŞmek, ilİŞki vb..

Şimdi bu verdiği değerden terk edilen kız arkadaşımız bu kafaya kendi kendine gelmedi herhalde. Kimse kolundan tutup adaya da sürüklemediğine göre..

Beraber geçirdikleri süre içerisinde kontukları, görÜŞtükleri anlar nasıldıysa artık olaylar böyle gelişti.

Başlarda böyle gelişmesinden ziyadesiyle keyif alıp kadını da yükselten gencimiz, sonra ne olduysa  “beni buraya 1 günlüğüne getirseydiniz valla gelmezdim yaa, yaaeni aslında ben ciddi bir ilişki istemiyorum“a geçti. Oysa mesele parkuru yapmakta değil mesele parkura gelmekte değil miydi..?  (Neyse annesine söylemedik bu arada bu kadar üzüldüğünü)

Survivor’da kimseye konfor alanı sağlamadıklarını, biz adada olmayan; 3.takım Zorunlular olarak bile biliyoruz.. Oraya açlığa rağmen ayakta kalmak için mücadele etmeye gidildiği yeni bir haber değil. Coconut ishal yapıyorsa muz da kabız yapıyor. Ne kadar muz ne kadar coconut yemelisiniz, bunu da ben söylemeyeyim artık.

Yani ikonik idol Ozan Güven’in dediği gibi; “ben sana soruyor muyum arkadaşım neyi yiyorsun diye.“  

Şartlar neyse onu yer, yoluna devam edersin. 

Beceremeyeceğin işe girişmez, yürüyemeyeceğin yola da düşmezsin.

2000’lerde artık medya münferit olarak da yürütülebilen bir şeye de dönüştükçe, insanlar kendilerinden yola çıkarak; pazarlama, marka yönetimi vb konuların da dolaylı olarak (!) farkına vardılar. Herkes kendini belli stratejilere göre satarken, magazin de halkla ortaklaşa paslaşılan bir platforma dönüştü. Bundan birkaç yıl önce çalıştığım exclusive bir mekanda magazincilerin onlara VIP misafirlerimden haber paslayayım diye benimle yapmaya çalıştıkları pazarlıklarsa bu yazının konusu hiç değil.

Çağa ayak uydurmak yerinde bir hareket lakin, inovasyon, girişimcilik vb kavramlarda hayat buldukça anlam kazanıyor. Çağa ayak uydurmak, özünü oluşturan insani değerlerinden vazgeçip bunları 2 günde tüketmek, bugün söylediğini yarın desteklememek gibi gelmiyor benim kulağıma. O bir tık “işime böylesi geldi tatlım“ oluyor.

Bu dönemin en zararlı olgusu da “hızlı tüketim“ bence. İhtiyaç halinde olan değil, israf olan. 

Magazin fast food gibi, ne kadar tv izlemesek veya sadece Netflix ve David Attenborough konuşuyor olsak da, arada bir canımız mutlaka çekiyor ve kenarından köşesinden kucağına düşüyor, sosyalinden de olsa kendi magazinimizi trende uygun yaşıyoruz. Yalandan ağlayıp, bir hatırlık seviyor, bugün üzüldüğümüzü yarın hatırlamıyoruz.

Ama işin aslı ne biliyor musunuz;

İşin aslı; unutmayın ki o kızımıza hiçbir şey olmaz.*
Çünkü ablan star bebeğim.*

( *Bu yazıya farkında olmadan bulundukları katkılarından dolayı Kerimcan Durmaz’a, Gülben Ergen’e, Ozan Güven’e ve Acun Ilıcalı’ya teşekkür eder, ayrıca Çelik’ten de özür dileriz.)