27/05/17

Saat 14.30.
“Önemli olan sadece varılacak yerdir” diyenler için, harita; Marmaris – Datça arasını 1 saat 15 dk gösteriyor:
Benim gibi yolda olmayı bir sefa meselesi haline getirenler içinse; hesap yapmamak huyumuzda var.

Her şey bir notebook ihtiyacımla başladı aslında. Köyceğiz’den çıkıp Marmaris’te 2-3 saate işimi çözer sonra da eve dönerim diye düşünüyordum. Marmaris’te aradığımı bulamayıp, tarihinde kaybolmam bir kenara dursun, geceyi orda geçirmiş ve rotamı çoktan değiştirmiştim.

Datça’ya varmam mı? Yaklaşık 3 saat sürdü. Dönüşümse, 3 gün.

Sahi nasıl olmuştu bu?

Benim yüzümden olmadı!

Datça yolunun, motorumu  ikide bir sağa çekmeme sebep olan nefes kesen manzarası, ormanlarından burnuma süzülen badem ve çam ağaçlarının kokusu, sağımı bırakmayan sonsuz deniz ve fırsat buldukça ağaçların arasından sızan güneş ışığı tek sorumlusu oyalanmamın.

Kontrolsüz hızla şaka kaldırmayacak virajları ve ara ara çıkan  yol çalışmaları da yolun uzamasına tuz biber oldu derdim ama kaymak sürdü demek daha yerinde olur.

Saate hiç bakmamışım, gökyüzü turuncuya dönmese akşamüstünün yaklaştığını bilemezdim.

Datça’ya 7 km kala, diğer yerlerde gösterdiğim kararlılığımı koruyamadım.

Yol boyunca kalan km’leri geri sayan tabelalarıyla davetkar olan bu üzüm bağı, taş yel değirmeni etrafına kurulmuş yemyeşil örtüsüyle solumda belirdiğinde, dinlenmek ve yeni hikayeler dinlemek için iyi bir fırsat yakaladığımı biliyordum.

Datça Vineyard

“Şato deyince hemen aklımıza kocaman bir bina getirmemeli” diyor gülümseyerek.
Duvardaki Vineyard haritasının üzerinden göstererek anlatıyor;
“O kastedilen şato, bağlarının ortasında şarap üretimi yapılan yerdir. Biz bu tanıma güzel uyan butik bir üretim tesisiyiz.”

“Şu anda burdayız, burası tadım ve satış yaptığımız yer” derken yolumu değiştirmeme vesile olan taş yel değirmenin altındaki girişi işaret ediyor. “Yan tarafta bir mahzenimiz, arka tarafta yerin altında bir şaraphanemiz ve etrafımızda bağlarımız var, buraları da görebilirsiniz.”

Doğayla iç içe lezzetli bir pit stop bulmanın heyecanıyla buralara geliş hikayelerini soruyorum.

Daha önce 2002 – 2012 yılları arasında Bursa’nın Trilye kasabasındaki eski bir şapele kurulu tesislerini söküp buraya taşımışlar. 75 cm kalınlıkta taş duvarlar arasında, kımıldama imkanlarının olmadığı küçük ama büyüleyici bir yapıdan Datça’ya gelmişler. Daha güzeli, bahsi geçen Trilye’yi ve şapeli çok iyi biliyorum. O anlattıkça gözümde Baküs Şarapları canlandı; Trilye’deki isimleri buydu.

Trilye; annemin doğduğu, benim de çocukluk anılarımın bir kısmına ev sahipliği yapmış şirin bir kasabadır. Tarihte şaraplarıyla ünlüdür.

Yine tesadüfen tanıştığım birinin hikayesi yüzümü güldürmüştü.

“Sonra dedim ki biraz daha mı güneyli olsak hem oralarda yaşamak da keyifli olur” diye devam ediyor, yüzünde aynen de dediğim gibi oldu gülümsemesiyle.

Melih Karaer Trilye’deki tesisini topladıktan sonra, buralarda yaşayan üniversiteden bir arkadaşıyla bir araya geliyor ve Datça Vineyard ortaya çıkıyor. Yıllarca yaptığı yöneticiliği 18 yıl önce rafa kaldırıp, “her şey para değil biraz da hayatı yaşamak lazım” kararıyla “zevk almanın yolu, dünyayı gezmek ve güzel şaraplar tatmaktır” diyor ve ilham verici bu değişikliğiyle şu an Türkiye’nin en lezzetli şaraplarından üretiyor.

 

Datça da Trilye gibi şaraplarıyla ünlü bir yer. Öyle ki Roma Dönemi’nde Knidos şarabı önemli bir geçim kaynağı olmuştur.

Örneğin ne gördüğünü bilmeden müze gezen biri her yerde aynı çanak çömlekleri gördüğünü zanneder. Oysa, Antik Yunan’da şarap karıştırma ve taşıma kapları farklı biçim ve çeşitliliktedir, bazense sadece dekoratif olarak da kullanılabilir. Ana yapım maddesi kil olan Amfora, başta şarap olmak üzere, zeytinyağı, salamura balık ve balık sosu taşımak amacıyla kullanılırmış. Batı Anadolu ve Ege kıyılarında Erken Tunç Çağı’ndan itibaren görülmeye başlamış.

Marmaris Müzesi’nde MÖ XVI. yüzyıldan MS XII yüzyıla kadar tarihlenebilen, Akdeniz’in farklı merkezlerinde üretilmiş pek çok amfora bulunmaktadır.

Geniş ağızlı ve yayvan gövdeli şarap karıştırma kaplarına ise krater deniyor. Antik Yunan’da şarap çoğunlukla suyla karıştırılarak içilirmiş, bunun iki nedeni; şarabın pahalı olması ve soğuk içilmesi isteğiymiş. Krater de bu karışımı yapmak ve ayrıca soğuk tutmak için kullanılırmış. Ayrıca bildiğim kadarıyla bazı şarapların tatları o zamanlar oldukça güçlü olduğu için, seyreltmek için de bu yolu seçiyorlar.

Ne mutlu ki şu an güzelim şarapları ıslatmak zorunda değiliz..

Ve gerçekten de gezen biliyormuş, tüm bunları Marmaris Müzesi’nde öğrendim.

Mahzenlerine indiriyorlar beni. Ordan fermantasyon tanklarının olduğu odaları gezerek bağa çıkıyoruz.

Cabarnet Sauvignon, Shiraz, Merlot bir daldan sarkarken şişedekinden de güzel duruyormuş. Temmuz sonu Ağustos başı bağ bozumu oluyor, Mayıs’ın sonunda olduğumuz için bu şenliği kaçırıyorum ama zamanı geldiğinde gelirsem katılabileceğimi söylüyorlar. Üzümün dalından kadehe kavuştuğu yolculuğa tanıklık etmek oldukça keyifli olmalı.

Leziz peynirleri ve onlarca şarabı olan bir yere motosikletimle gelmenin burukluğu içindeyim. Aksi halde saatlerimi rengarenk çiçeklerinin çevrelediği bahçesinde, biraz ondan biraz bundan tada tada keyfini çıkarırdım.

Çünkü n’apıyoruz, alkollü motosiklete binmiyoruz. Hadi bakalım.