28/05/17

Knidos’a Çıkan Yollar

Bugün ve izleyen 2 gün boyunca öyle yollardan geçtim ki belki de bu bloğun açılmasına sebep gün, bugündü.

Çok nadir karşılaştığım arabalar dışında benden başka bir hiçbir insan yoktu. Sonsuz ormanlar, koca dağlar ve asfalt.

Motosikletle seyahat etmek şüphesiz bir arabayla seyahat etmekten çok farklıdır. Dört yanının açıkta olması, havayı tüm gövdende hissetmek, bir diz mesafesinde altından kayıp giden asfalt.. Bunlar arabada hissedilmez. Arabada kokuyu, rüzgarı, güneşi veya yağmuru yakalayabilmek için ve bir adresi sormak için camı açarsın, dış dünyanın bir parçası olmak için bir şey yapmalısındır. Motosiklette, o dünyayla aranda bir kapı veya cam yoktur, etrafında olan biten her şey seninle beraber aynı hızda akar.

Arabayla seyahat etmek keyiflidir. Otobüs ve tren yolcululukları da. Tüm yolculuk boyunca çekilen fotoğraflardan koca bir albüm yapılabilir.
Motosikletle seyahatte, gözlerinle fotoğrafladığın anların sesleri, serinliği, sıcaklığı ve kokusu  vardır. Yıllar sonra o anlar gözünün önüne geldiğinde yine aynı uğultuyu hisseder, aynı ormanın kokusunu derin derin içine çekersin.

Yalnız seyahat ettiğim için benzer hisleri daha önce çokça deneyimlemiştim.
Ama bu yolda beni büyüleyen başka bir şey vardı.
Virajlarla birlikte sağdan sola yer değiştiren manzarası mı, havada, henüz dinen yağmurdan kalan lacivert gökyüzünün altında iyice devleşen dağları mı bilmiyorum.
Fi tarihinden beri üzerinde yaşanan topraklardan sadece tabelaları izleyerek bilmediğim bir yerde sürüyor olmamın da payı bir o kadar var; beni heyecanlandırdığı kesin.

Sağa çekip kaskımı çıkardım. Motor susunca etrafta hiç ses kalmadı. Sadece doğaya ait bir ses var. Sessizlik, ince uğultu ve arada kuş seslerinin karıştığı benzeri olmayan öylece bir ses.
Koku bildiğim kokulardan farklı. Temiz ve pürüzsüz.

Motorumu bırakıp biraz yukarı aşağı yürüyorum. Virajların her köşesinde başka bir manzara başka bir ihtişam. Dağların ve ormanların karşısında ceketimi ilikleyip, başımla kısa selamlar veriyorum. Sonra tekrar motoruma geri..

Bin, dur, in, nefes al, kolaçan et, şükret, bin, dur… Tek kelimeyle büyüleyici.

Yol ormanların da yardımıyla ara ara serinlese de, saat ilerledikçe yağmurun griliği havayı terketti, bir motosiklet yolculuğu için daha iyisi olamazdı.

Palamutbükü

Söyledikleri gibi yapıyorum. Mesudiye’yi geçip Yaka Köy yolundan Çeşmeköy’e ordan Palamutbükü’ne varacağım. Hayıtbükü’nü es geçiyorum, öncelikli planım Knidos’u ziyaret etmek.

Bundan sonra göreceğim her koyun, avuç avuç içilebilecek kadar berrak denizleri ağırladığını bilmeden sürüyorum.

Nispeten ara yollardan geçtiğim için jilet gibi yollarda seyretmiyorum; viraj, bir viraj, bir viraj daha.. Güneş yağmurla öyle hızlı bir değiş tokuş yaptı ki; görmeseydim, kimse buralara sabah yağmur yağdığına inandıramazdı.

Önce deniz, sonra turuncu çatılarla dizili şirin bir köy beliriyor.
Palamutbükü’ne vardım.
Motorumun sesi benden önce vardığı için, sahile indiğimde insanların meraklı bakışları çoktan yola çevrilmişti. Sahil boyunca sürdüm. Datça’nın en büyük koyu bugün sessiz ve sakin.

Burda da diğer büklerde olduğu gibi zıpkınla balık avlıyorlar. Suyun berraklığını varın siz düşünün. 2 km’lik plajın hemen karşısında Palamutbükü Adası (Baba Ada) kendine güvenen yüzücüleri iştahla davet ediyor.

Kum ve çakılla karışık sahili boyunca, restoranlara- kafelere ait masalar, şezlonglar dizilmiş.
Su dümdüz, ileride bir kadın paddle board’la sakince süzülüyor.

Sahil boyunca işletmelerin masaları ağaçların gölgesinde kalıyor. Serinlemek için bir tanesine çöktüm. Palamutbükü, gözlerimin önünde tüm sakinliği ve rahatlatıcı enerjisiyle beni usulca kucakladı. Burda yaşayan insanların telaşsızlığını izliyorum ve henüz kalabalık olmayan sahil yolunu. Şu an hissettiklerim, Master Card’ın satın alamayacağı kadar pahalı.

Yine de ben yediğimi içtiğimi kartımla ödeyip Knidos yoluna devam ediyorum.

Ne istediğine dikkat et gerçekleşebilir

Böyle yollarda karşıma çıkan çeşmelere bir ilgim var, sularının tadına bakmadan geçmiyorum. Cumalı Köyü’nün girişindeki hayrattan da tadıp, tekrar motoruma atlayıp Yazıköy’e geçiyorum.
Benzinim bu sırada rezerveye geçti.
Bir benzin göstergem yok, km hesaplarım hep kafamdan.

Ne güzel köy diye geçiriyorum içimden, vaktim olsaydı oyalanabilirdim burda.

Artık sadece ben, sonsuz doğa ve motorum 3 kişiyiz.
Gözüm rezerve göstergesinde. Yüksek devirde kullanmamalar, rölantiler, tasarruf edebileceğim bildiğim ne yöntem varsa deniyorum.

O yanıp söndükçe ve çizgiler indikçe bendeki endişe yükseliyor.

Sağda durdum.

Ufukla denizin ne ara yer değiştirdiğini anlayamadığım manzara, göğün rengi veya yüzümün dönük olduğu dağlar durmamın tek sebebi degil.
Durdum çünkü eğer yolda kalırsam ne tür bir yerde mahsur kalacağıma bir de böyle bakmak istedim.

Değil bir istasyon, bir insan bile yok etrafta. Çıt çıkmıyor.
Belki bir geyik geçse önümden çıt çıkacak da.. O da yok.
Böyle bakınca güzel ama mahsur kalınırsa muhtemelen şimdi göründüğü kadar eğlenceli olmayacak buralar.

Telefonum sinyal almadı, haritaya bağlanamadım.

İyisi mi bir selfie çekeyim, en azından ardımda küçük tatlı hatıralar bırakırım dedim..

Dramdan da ölmedim, ama neresi olduğunu bilmediğim öylece bir yerdeyim. Yürüsem, nereye yürüyorum? Knidos’tan ne kadar uzaktayım fikrim yok. Ağzım açık ordan oraya sürerken hiçbir hesap yapmamıştım bu sefer.
Telefonuma baktım, en kötü Knidos gişesini arayıp “abi böyle böyle, gelin beni alın” diyeceğim.
Sahi sinyal yoktu.

Üzerimdeki tshirt’ü de evden çıkışım 4 günlük seyahate dönüşünce yol üstünde Datça’da bir yerden almıştım.
Today is the day! Ne day ama!

Evrene gönderilebilecek tüm iyi düşüncelerimi bildiğim dualarla paketleyip, çevirdim kontağı. Daha önce görmediğim Knidos’un girişini hayal ediyorum; işte orda birileri var, koşa koşa gidip onlara sarılıyorum falan..

Falan, filan derken kara göründü!

Kan, ter ve tarifsiz mutlulukla koştum gişeye.

“Abi benzinim bitiyor zor geldim buraya!”
“Nerden geliyorsun?”

“Datça. En yakın benzinlik?”
“Valla buralarda benzinlik yok.”

3 kişiydiler, birbirlerine bakıp çeşitli ihtimaller üzerinde konuştular. Ama içim rahat; en fazla birinin arabasıyla köye gider, mutlaka bir köylü tarafından misafir edilir, sabah da bir şekilde benzin bulur motoru alırım derdindeyim. En kötü senaryom bu yani.

Aradılar bir bakkalı, adam hep benzin zulalarmış 5 lt’lik su bidonunda, şansıma bu saate kadar benzinini alan olmamış.

Gişeyle birbirimize buluşma saati verdik ve ayaklarımı popoma vura vura girdim Knidos’un kapısından içeri.

Aklıma “Today is the day geldi! Hakikaten niyet ettiği şeyi gerçekleştireceğine inanırsa insan, yolun sonunda beklediğinden daha fazla mükafatlandırılıyormuş.

Ödülüm; Akdeniz’le Ege Denizi’nin birleştiği yere tepeden bakmaktı, öyle tepeden ki, Güneş batarken, yüzünden ayaklarına akıyor insanın.

Knidos günlüğü için buraya tıklayın.

bkz: haklı gurur, haklı huzur

Yazıköy

Yazıköy’ündeki bakkalı buldum.  Burası; ne şirin köymüş vaktim olsa oyalanırdım dediğim köy. İşte tam da burda “ne istediğine dikkat et gerçekleşebilir” hayat buluyor. Zira dönüp dolaşıp geri geldim.

İçerde bakkalla alışverişi yaptıktan sonra bidonu depoya boşalttık.

Türkiye’nin her yerini Ege kadar karışlamadım, ama Ege ağzını pek bir severim. Beni hep gülümsetir. Kelimeleri kısa kesmeleri, kendilerine göre yuvarlamaları, bambaşka bir kelimeyle bambaşka bir şey ifade etmeleri; dinlerken bir müzikalde hissederim kendimi. Öyle melodik ve coşkulu geliyor kulağıma. Dünyadaki tüm kasabaların ve köylerin sıcaklığı bir yana, burdakiler bir de “Egeli“ samimiyetiyle birleşince, akılda kalan hikayeler listesine hemen ekleniveriyor.

Accık acele edceğime, bu manzırı garşısında enemgonam sallanık gidikdurum.
Aha! Size resmen Datçaca konuştum. Yani diyorum ki azıcık acele edeceğime, bu manzara karşısında geniş geniş salına salına gidiyorum. Ne geldiyse ondan geliyor zaten başıma.

Neyse.

Bakkalla alışveriş yaptıktan sonra motosikletimin yanındaki grubun sohbetine dahil oldum. Mehmet Amca’nın son model Doğan SLX’i varmış. “Benim araba senin motoru geçer ” diyordu. E geçer tabii! Ellerinden öperim.

Hayıtbükü

Motorumun karnını doyurduktan sonra Haitbükü’ne doğru sürmeye başlıyorum. Surf Tatil Köyü’nde bükleri görmelisin dedikleri zaman telefondan hızlıca sadece bir kaç fotoğrafa bakmış, Hayıtbükü’nü en sona bırakacağıma karar vermiştim.

Sevdiğim şeyleri en son yeme gibi bir huyum var.

Hava kararırken, daha önce görmediğim morla kırmızı arası bir renge dönüştü. Datça yolları bir seremoniyi hakediyor doğrusu.

Aslında sırayla gezilebilecek bu koylarda ben plansız ve zamansız seyahat ettiğim için farklı bir rota izledim.

Knidos  yolu üzerinde ilerlerken Mesudiye köyünün koylarından ilki Hayıtbükü’ne ulaşırsınız, hemen doğusunda Kızılbük, batıya doğru 1 km sonra Ovabük ve Ovabük’ün 7.5 km batısında Palamutbükü vardır.

Manzaranın ortasında kıvrılarak geçen yollarda ilerliyorum. Hayıtbükü’ne vardığımda hava çoktan kararmıştı, çok büyük olmayan bu koy boyunca restoranlar ve pansiyonlar dizilmiş. Hava da farklı bir serinlik var. Sadece karanlık çöktüğün için gibi değil, temiz bir serinlik.
Gece dinlediğim hikayeler, hislerimi sonradan doğruladı.

İşletmelerin çoğu ailelere ait. Bu sessiz koya vardığımda etrafımdaki samimi sohbetlerden bunu anlıyorum. Eşyalarımı biraz daha içeride olan Aydeniz Pansiyon’a bırakıp, karnımı doyurmak için sahile geri dönüyorum. Yeşiller arasındaki Ortam Restoran’a giriyorum. Bundan sonrasında Hayitbükü’yle ilgili öğrendiklerim, o restorandaki Mustafa Abi’den ve pansiyondaki Neşe-Ahmet çiftinin hikayelerinden. Yani orada yaşayan kişilerden.

Datça için Türkiye’de en iyi havaya sahip yerlerden olduğu söylenir. Hayıtbükü’nün havası için de “İsviçre Alpleri ve Kaz Dağları’nın havasıyla eş” derlermiş. Neşe Abla hasta geldiği Hayıtbükü’nde iyileşmiş. Gemiyle aşçı olarak pek çok ada gezmiş Ahmet Abi de der ki, “her yere çiğ yağardı ama Knidos’a yağmazdı.” Bu tertemiz havalı naif güzellikteki koyun ismi için, Hayatbükü’nden zamanla Hayıtbükü’ne döndüğünü de söyleyenler var.

Datça’nın havasından bahsederken şu meşhur rivayeti de atlamak olmaz.
Efenim hikaye odur ki; zamanında, içlerinde cüzzamlı çingenelerin de bulunduğu bir Ispanyol korsan gemisi Emecik Köyü’ne yanaşır. Gemi, cüzzamlıları burada kaderleriyle baş başa bırakıp, ilerler. Fakat havası ve suyu o kadar güzeldir ki zaman içinde tüm çingeneler iyileşir, cüzzam müzzam kalmaz. Çingenelere Datça ağzında “gıpdi“ diyorlar. Acaba gipsy’le aynı yerden mi gelmektedir? Neyse.

120’ye yakın ailenin yaşadığı Hayıtbükü’ne İngiltere, İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerden gelip buraya yerleştiklerini ve bazılarının Türklerle evlendiklerini de anlattılar.

Ve burda yediğim kepeği alınmamış tarçınlı ekmeğin kokusu ve tadı hala hafızamda. Mis!

29/05/2017

Sabah uyandığım manzara, dün gece “hayat veren koy” ile ilgili dinlediğim hikayeleri doğrular nitelikte.

Sahile indiğimde ilk “günaydın”ım deniz yıldızından. Az ileride balıklar yüzüyor. Su tertemiz, koyda mavinin her tonu. Bu yuvarlacık koy o kadar mütevazi ki; her yeri görülmeye değer Datça’nın, en zarif yeri bana kalırsa.

Kumsalda kamp kuran bir çift var. Önce sahilden biraz yukarı, sonra Hayıtbükü’nün içine doğru burayı keşfetmeye çalışıyorum. Bungalov evlerden oluşan pansiyonlar var. Gece hiçbirini görmek mümkün değildi. Koy boyunca yürüyüp Kızılbük’e geçiyorum. Koylar sakin ama deniz her misafirini ılık ılık kucaklıyor. Kızılbük’te bir tane işletme var; Gabaklar, onlar da sezon hazırlığında. Ama denizin sezonunu çoktan açanlar var.

Kahvaltı için pansiyona geri dönüyorum. Hayıtbükü’nden geri dönmeden tüm koyu içime kocaman çekiyorum. Öğlen yolculuk vakti.

Kızılbük yolu

Sıradaki parça tüm gıpdiler için o zaman. Sevgiler!